Deizmin batıda aydınlanma düşüncesi içerisinde ilahi kaynaklı teolojilere ayrıca kilisenin temsil ettiği dogmatik, değişmez inançlarına karşı bir tepki olarak 17. yüzyılda çıktığı söylenir. Kutsal bir metni, nübüvveti, peygamberi kesin olarak reddeden deizm ilk olarak Edward Herbert (ö.1648) tarafından savunulmuştur.
Latince “tanrı” anlamında “deus” kelimesinden türetilen deizm, zamanla kendine özgü felsefi bir anlam kazanıp “doğal din” kavramıyla özdeşleşmiştir. Bütün deistlerin birleştiği iki temel anlayıştan biri âleme müdahale etmeyen bir ulûhiyyet anlayışı, diğeri akla ve bilime gösterilen büyük güvendir. Sadece akıl ile idrâk edilen Tanrı kabul eden peygamberi ve vahyi reddeden tabiî din fikrini benimseyen düşünce tarzı deizm, önce İtalya’da rönesans ile başlayıp daha sonra bütün Avrupa ve İngiltere’de hümanizm, reform, protestanlık, doğal din akımı ve yeni doğa felsefesiyle devam eden ve daha sonra aydınlanma ve modern bilimin kurulmasıyla zirveye ulaşan uzun fikri süreç içerisinde doğmuş, gelişmiş, fikir ve düşünce tarzı olarak günümüzde de devam etmektedir.
İnsanın Tanrı ve evren ile ilişkilerinin değerlendirilmesi sonucu birçok problem ortaya çıkmıştır. İnsanın sahip olduğu özellikler, onun hem düşünce tarihinin tartıştığı problemleri üretmesine hem de bu tartışmaların merkezine yerleşmesine dayanak oluşturmuştur.
Deist tartışmaların temelini oluşturan en önemli konuların başında vahiy ve nübüvvetin olduğunun söylenmesi yanlış olmayacaktır. Evrenin ezelî, kendi kendine var olduğunu Tanrıya ve peygamberlere ihtiyaç olmadığını iddia eden ateist, materyalist düşünceler ile tanrının varlığını kabul etmekle birlikte peygamberleri çeşitli düşünce ve sebeplerden dolayı reddeden deist ve dualist akımlara göre nübüvvet ve peygamber abes, vahiy de bilgi türü değildir. Dolayısıyla böyle bir iddia ile deistler Tanrı’nın evrene müdahalede bulunmadığını iddia ederek vahyinde bilgi türü olmadığını savunurlar. Nübüvvetin ve vahyin akla ve bilime aykırı olduğunu düşünmektedirler. Nübüvveti abes olarak görürler. Onlara göre Tanrı abes bir iş yapmaz. Dolayısıyla, Kurban kesme, ruku ve secde gibi buyruklar ile yasaklamalar abes ve anlamsızdır. Peygamberin doğruluğunun delili denilen mûcize, harikulâde olması açısından sihre benzer. Kâhin, sihirbaz, peygamber aynıdır.
Nübüvveti reddeden fikir akımları insanlık tarihi kadar eskidir. Bu reddetme sürecinde Kur’an’ın bize bildirdiğine göre, ‘’Medyenliler,’Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz, ayrıca aramızda senin zayıf olduğunu görüyoruz! Eğer kabilen olmasaydı, seni mutlaka taşlayarak öldürürdük. Bizim karşımızda sen güçlü biri değilsin.’ dediler. ‘’ şeklinde çoğu zaman peygamberlere yönelik olarak baskı ve şiddetle ve hatta peygamberleri öldürmeye kadar da gitmiştir.
Seküler bir yaşam tarzı yaşayan deistlere göre Allah evreni, güneşi, ayı, vb. tüm alemi yaratmıştır. Fakat nübüvvete karşı olduklarından dolayı Allah Kur’an’ da onlar için aklını kullanamayan inatçı ve de kibirli ifadesini kullanmaktadır. Özelde Hz. Peygamber’i genelde bütün peygamberleri inkâr edenler aklî delilleri bilme, üzerinde düşünme ve istidlâl etme alışkanlığı olmayanlar, inat ve kibirle onları yalanlamışlardır. Ayrıca Kur’an’da size uyarıcı gelmemiş miydi? Sorusunun muhatabı olan inkarcılar, deistler;
“Evet doğrusu bize uyarıcı bir peygamber gelmişti, fakat biz onu yalancılıkla itham ettik, ‘Allah hiçbir şey göndermemiştir. Siz gerçekten büyük bir sapıklık içindesiniz’ dedik. Kulak verseydik veya aklımızı kullansaydık şu alevli ateşte olmazdık!” diyeceklerdir. Bu ayet bağlamında akılcı olduklarını savunan deistlerin akıllarını kullanamadıklarını söylemek yanlış bir yorum olmayacaktır.
Bazı deist fikir adamlarının nübüvvete karşı alaycı bir tavır takındıklarını da görüyoruz. Zira peygamberliğin gereksizliğini göstermek için Voltaire alaycı bir yaklaşımla; “İnsanlar, Muhammed’in Cebrail melekle sık sık görüştüğüne inanmadan önce de pekâlâ toplum halinde yaşar, Tanrı’ya olan ödevlerini yerine getirebilirlerdi.” Şeklinde bir ifade ile Peygamber Efendimiz’e alaycı bir tavır içerisinde bulunmuştur. Yine başka bir sözünde; “Şu peygamberlik mesleğinin nankör bir meslek olduğunu kabul etmek gerek. Eli (bir yahudi peygamberi) gibi, dört beyaz atın çektiği nurdan güzel bir araba içinde, gezegenden gezegene dolaşan bir tek peygamberin yanı sıra, yalınayak yürüyen, kapı kapı dolaşarak bir lokma ekmek dilenen yüzlercesi var.” Diyerekten haddini aşabilmiştir. Bu ifadeler vb. durumlar gerçektende Kur’an’ın dediği gibi onların akıllarını kullanamadıklarını ve alaycı olduklarını göstermektedir.
Deistler tarafından gerçeklerin aklın ışığında bulunabileceğine hükmedilmesi, insanları doğru yola iletmek için peygamberlerin gönderilmesinin ve bu peygamberlerin elinde bir takım doğaüstü hallerin gerçekleşmesinin gereksinimini de geçersiz kılmıştır. Deistler arasından şâyet Mûsâ ve Îsâ gibi şahsiyetler gerçekten yaşamışlarsa onların öğretilerinin aklın gücü ile bulunabilen doğal bir dinden farklı olamayacağını savunanlar olmuştur. Yine Îsâ‟nın ahlâkî bir öğretmen olduğu, Hıristiyanlık olarak ifade edilen dinin saf ve bozulmamış halinin gerçek doğal din olduğu ve söz konusu bu doğal dinin daha yaratılışımızdan itibaren Tanrı tarafından kalplerimize yazıldığı şeklinde yaklaşımlar bulunur.
Deist ve dualist türü akımların nübüvvet ve peygamber tasavvurlarını inceleyen İmam Mâtürîdî, eleştirisini temelde beş görüş tarzına göre yapar;
Birincisi, yaratıcı kabul etmeyip nübüvveti reddeden görüştür. Bu görüşü savunan akımlara göre, yaratıcı yoksa nübüvvette yoktur. Bunlara karşı İmam Maturidi, ‘’ Nübüvveti ispat için ontolojik olarak Tanrı’nın varlığı kabul edildikten sonra nübüvvet ve peygamberin delillendirilmesi ve ispatı ancak mümkün olabilir. ’’
Nübüvvet yani peygamber ve mûcize ile aslında hem uluhiyyet hem de nübüvvetin ispatı imkân dahilindedir, der. Çünkü elçi ve mûcize peygamberin hem kendisini göndereni hem de nübüvvet görevini ispatlar. Mâtürîdî bunu melek değil beşer türü ve yaşadığı toplum içinden elçiler olması aklî deliline de dayandırır. Peygamberler, durumlarını yakından bilen ve kudretlerinin nereye kadar uzanabileceğini kestiren bir toplum içinde yaşamalarından dolayı onlar beraber yaşadıkları insanların akıllarını hayrette bırakan mûcizeler ortaya koyunca böyle fevkalade olayların onların ellerinde olma gücüne sahip olmadıklarını bilmelerine yöneliktir. Bu kişilere gereken şey, onu elçilikle görevlendiren varlık adına söyledikleri konularda doğru ve samimi olduklarının bilincine ulaşmaları, mûcizelerin o yüce varlığın yarattığı olağan üstü şeylerden olduğunu idrâktir. Mâtürîdî’ye göre elçinin iddia ettiği nübüvvetin Alîm ve Hakîm kendi mevcudiyetinin delillerini icat etmeye gücü yeten birinden kaynaklandığı idrâki gerçekleştiğinde insanlar görmeseler bile Allah’ın varlığının kesin bilgisine ulaşabilirler. Dolayısıyla nübüvvetin kabulü için ön şart Allah’ın varlığının kabulüdür.
İkincisi, hikmetli yaratıcının akıl ile çelişen emir ve yasaklar ortaya koyarak Allah’ın insanlara sorumluluk yüklemesinin gereksiz evreni de yaratmasının hikmetsiz olduğu görüşüdür. Berâhime ve Sümeniyye türü dualist ve deist akımlar emir ve yasakların anlamsız, sorumluluğun hikmetsiz olduğunu iddia ederek vahyi ve peygamberleri kabul etmezler.
Buna Mâtürîdî, birliğini ve karşı durulmaz hükümdarlığını kanıtlayan birçok delili kainata yerleştiren Allah’ın isabetli fiilleri O’nun hakîm olduğunu kanıtlar ve hikmet sahibi Allah’tan hikmetsiz, sefeh, abes işler olmayacağı, emir ve nehiyde O’nun birlik ve rububiyyetine deliller olduğu teziyle cevap verir. Varlıkların boşu boşuna yaratıldığı tarzı görüş ve anlayışı yaratılış ve hikmet açısından tenkit eder. Evrendeki her şeyin hikmet içerisinde bir gâyeye yönelik yaratıldığını ve var olduğunu belirtir. Hiçbir varlık amaçsız değil, her varlığın bir yaratılış hikmeti vardır. Evrende olup bitenlerin hikmetini sorgulayıp idrâk etmek sûretiyle kendini fark eden insan, kendi dışında ve üstünde yüce bir varlığa yönelecektir. Mâtürîdî’ye göre Hakîm ismin sahibi Allah, her şeyi bilen (Alîm) ve hiçbir şeye ihtiyacı olmayan (el-Ganî) olduğu için hiçbir şeye ihtiyaç duymaz. Bundan dolayı “Allah kâinatı niçin yarattı?” sorusu hikmetten yoksundur. Mâtürîdî’ye göre emir ve nehyin diğer önemli bir fonksiyonu, sosyal hayatın anarşi ve kargaşadan korunmasıdır. Şöyle ki: Allah zâtıyla her şeyden mustağni ve fiilinde daima isabetli/hikmet ve adâlet sahibi olduğuna göre canlıları kendileri için belirlediği kudretin bitimine kadar varlıklarını sürdürmeleri amacıyla yaratmış, bunun yanında hayatın devamını gıdalara bağlamış, sürekliliği ve uzun ömürlülüğü de insanlara sevdirmiştir. Şayet Allah onlara yönelik birtakım emir ve yasaklar göndermeseydi, heves arzu ve şehvetleriyle birlikte sürekliliğini ve hayatının devamını sağlayacağını umduğu şeye hızla yönelecek, hemcinsleri de aynı şeye aynı yönelişi gösterecekti. Böylece aralarında tartışma ve çekişme meydana gelecek, bu da onları birbirini ortadan kaldırmaya sevk edecekti. Mâtürîdî’de vaad ve vaîd içeren helâlle haramların belirlenmesi, emirle yasağın olmasını gerektirmektedir ki herkes kendisine âit olanla olmayanı birbirinden ayırsın, bu suretle de her türlü tecavüzden emin olsun ve hayatı korunmuş bulunsun Dolayısıyla emir, yasak ve sorumluluk ferdi ve toplumsal hayatın âdil ve düzenli oluşmasından akıl ve hikmet açısından gereklidir.
Üçüncüsü; deist söylemlere göre akıl kendine yetebilen bir varlık olduğundan nübüvvete de ihtiyaç bulunmaz. Buna göre din ve ahlâkın kaynağı vahiy değil, insanın tabiatı ve aklıdır.
Akıl her türlü işin konum ve düzenlenmesinin kendisine dayandırılması gereken temeldir ki akıllar ibret almak ve tefekkür etmek için yaratılmıştır. Aklın işlevselliğine büyük önem veren Mâtürîdî’nin bilgi teorisinde ilmin temeli saydığı aklın diğer bilgi kaynakları arasında (duyular, vahiy) bir çeşit denetleyici rolü vardır. Yani bunlar aklın kontrolünde olur diğer bilgi kaynakları da aklın kontrolünden geçerse ancak epistemolojik bir önem kazanır. Mâtürîdî’de akıl, insana verilen en aziz şey olup insan onunla olayları ve hikmetleri fark eder ve bunları en güzel şekilde kullanır. Ama aynı akıl, her şeyden üstün görülür, tek ölçü ve hâkim kabul edilirse kişi yanlışlara meyledebilir, hakikatleri inkâr ve küfür halinde en büyük musibet haline gelir. Rabbi tanımayan nankör bir akıl, hem kalbe işkence çektirir, diğer varlıklara da belâ ve musibet verir. Fakat aklını usûlüne, yaratılış hikmetine uygun bir şekilde vahyin kılavuzluğunda kullanırsa, o zaman akıl, sahibini hakikati keşfetmeye, hem kendini hem de çevresini huzur ve mutluluklara iletebilir.
Toplumun nübüvvete olan ihtiyaçlarından biri de aklın ulaşamadığı çeşitli sanat ve mesleklerde kendini göstermesi diyen Mâtürîdî’ye göre insan aklı başlangıçta yeryüzünün ne tür ürünler ürettiğini ve bunun nasıl bir mekanizmaya bağlı olduğunu öğrenme konusunda herhangi bir imkâna sahip bulunmuyordu. Peygamberler yemek, beslenme, giyim, ilaçlar ve tıp ilimleri, gıdalar konusunda insanlığa rehber, fonksiyonel olmuşlardı. Dünya işlerinin omurgasını rızık oluşturduğundan nebiler bir veya birkaç dünya işiyle meşgul olup dünya geçimlerini bu yoldan sürdürmüşler, hem insanlara güzel ve faydalı meslekleri öğretmişler, hem de insanlara boyun bükmekten kurtulup kendi alın teriyle yaşamayı göstermişlerdi.
Dördüncüsü; nübüvvet, tecrübe dışı bir şey olması nedeniyle bir tür kehânet, gizemli, sihir türünden, peygamber de insanları kandıran sihirbaz ve büyücüdür. Mûcizeler, kâhin ve sihirbazların gösterdikleri harikalar ve maharetler konumundadır.
Sihir ile mûcizeyi karşılaştıran Mâtürîdî, mûcizelerin bir zan ve hayal ürünü olmayıp gerçekten vuku bulduğunu hilkat yani dünya hayatı var oldukça devam edeceğini, sihrin ise gözü aldatan bir şey olup ardından yok olduğunu söyler. Allah elçilerinin mûcizesini peygamber olmayanın iddia edip göstermesi ve bir yönüyle sihir niteliği kazanıp onunla birlikte varlığını sürdürmesi mümkün değil ki, böyle bir şey de asla olmadığını belirtir. Sihir ve büyücülerin sözleri genelde çelişkiye ve halkın kafasını karıştırmaya dayanır. Sihir ve büyü hakikat ve kalıcı değilken mûcize hakikat ve kalıcıdır. Kâhinliğin çoğu yalan ve aldatmaca, sihir de şüphe, benzetme ve hayâl olduğunu söyleyen Mâtürîdî, peygamberler vahiy yoluyla sundukları bilgileri kerim ve emin yani güvenilir meleklerin dillerinden alırlar; bunların dillerinde de doğru ve gerçek olandan başkası bulunmaz. Bu husus tecrübe ve sınama ile de uyum halinde olduğundan peygamberin fiili günlerin ve zamanın uzayıp gitmesiyle gerçekliğini kaybetmeden sabit kalır, demektedir. O’na göre mûcize ya imanlı kalbi tatmin eder ya da mühürlü kalbi azaba iletir. Sihir bâtıl, bâtıl asla hakka galip gelemez, yenilgiye de mahkûm olur, tezini ileri sürer. Netice olarak, Mûcizeler gerçekte doğru, hak ve tutarlı, kâhinlerin telkinleri, geçmişlere âit hurafeler, sihir vb. tamamen aklen tutarsız olmasına rağmen inkâr etmek insanın anlama melekelerini kalbi, irâde ve zihnini kilitlemesi ve kapatması sonucudur
Beşincisi; mûcize, alanında çalışma, uzmanlık, eğitim ve tecrübeyle yapılabilecek türden işler olup peygamberlerin ortaya koydukları mûcizeler karşısında muhataplarının âciz kalışı, onlarda bu tür fiillerin gerektirdiği eğitim, tecrübe ve zamanın olmamasındandır. Bütün toplulukların olağan üstü fiil yapma gücü denenmemiştir. Şâyet denenseydi belki de mûcizenin benzerine güç yetiren ve fevkalâdelik gösterisinde kendisiyle boy ölçüşenler bulunabilecekti.
İnsanlık için hikmet, nimet, lütuf olan nebiler, karakter ve kişilik bakımından güçlü, vahyi ve mûcizeyi kaldırabilecek takat ve iradeye sahip olduğunu belirten Mâtürîdî, İbn Verrak’ın mûcizenin eğitim ve tecrübe ile yapılabilirliği görüşünü şu şekilde özetler: “Peygamberin hitap ettiği topluluklar insanların bütün güçlerini denememiş, çeşitli fiillerin gerçekleştirilmesinde kendilerinden destek alınan tabiata has özelliklere de vâkıf olamamışlardır. Belki de bu husus onların çoğunun bilgi alanına hiç girmemiştir. Şu halde bu topluluklar çeşitli hünerlerin doğurabileceği sonuçları nasıl bilsinler? Onların peygamber diye gördükleri şaşırtıcı oyunlar sergileyen sihirbaz sahtekarlardan başka biri midir sanki? Büyü mıknatıs taşının demiri çekmesinden başka bir sebebe mi dayanmaktadır?” Mâtürîdî, peygamberlerin çeşitli ve değişik mûcizeler göstermeleri dolayısıyla bunların arzın yapısal özelliğine vâkıf olmakla gerçekleştirilmesi mümkün değil ama arzın bütün özelliklerine vâkıf olan yaratıcı, peygambere bunu bildirirse ancak o zaman mümkün olabileceği kanaatini taşır. Bu durumda nübüvvetin kanıtlanması söz konusu olur. Nübüvveti sabit olmuş hiçbir peygamber yoktur ki hitap ettiği insanlar gösterdikleri mûcizeleri olmasa bile, kendisinde sözünün benimsenmesine vesile olacak doğruluk, şefkat ve merhamet örneklerini görmüş olmasınlar. Nübüvveti kabul etmeme üzere bina edilen bu delilin bütün insanların yeteneklerini deneme ilkesine dayandırmasının tutarsızlığını dile getiren Mâtürîdî, insanlık tarihi boyunca edinilen genel tecrübe karşısında bu istidlâl de değerini yitirebilir, der. Yine Mâtürîdî’ye göre bilinen mûcizeler arzu ve heves edilebilecek bir konuma sahip olmalarına rağmen, peygamber dışında insanlar tarafından tekrar edilmesine heves gösterilmemesinin sebebi benzerlerini meydana getirmenin zor oluşudur. Mûcizeler içinde ısrarlı meydan okuyuşlara rağmen tekrarlanmasına umut bağlanılamayanlar olduğu gibi ihtimal taşımayanlar da vardır. Mâtürîdî’de genel kabul görmüş bilgilerin dışında kalmayı ve tabiatta bulunmayan bir şeyi söylemeyi olumsuz bir hayretle karşılayan kişi, bunu yaparken de elinde bir şeyin şu anda mevcut bulunmayışı veya ileride belki var olabileceğinden başka delili yoktur. Bu kimse, nesne ve olayların var oluş veya yok oluş yöntemini iptal etmekte ve bütün açıklamalarında septiklerin kategorisinde yer almış bulunmaktadır.
Sonuç
Nübüvvet bağlamında deist akımların peygamber algılarının arka planını incelediğimizde onların görüşlerini psikolojik ve sosyolojik temelde aklî ve naklî delillerle eleştirir, peygamberliğin insanlık için hikmet, nimet ve ikram olduğunu söyleyebiliriz. Peygamberler akılları hayrette bırakan mûcizeler ortaya koyunca bu muhteşem fevkadeliklerin onların ellerinde olma gücüne sahip olmadıklarını insanların bilmeleri hakikati, hem peygamberleri hem de onları gönderen yüce varlığı ontolojik olarak ispatlamasına yönelik olmalıdır. Dolayısıyla mûcizeler Allah’ın irade, ilim ve kudretinin bir kanıtıdır. Bu harikulade işler peygamberlerde olursa mûcize, diğer insanlarda olursa kerâmet sayılır. Cömertlik, yiğitlik, yüksek ahlâk, yaratıklara merhamet ve şefkat, dünyaya değer vermeme, halkın problemlerini üstlenme vb. hususlarda zirvelik ve fevkalade insanî nitelikler peygamberlerin özelliklerindendir. Bu güzellikler ve herhangi bir mûcizede gözetilen hikmet, diğer insanların da aynı hadiseyi maddî imkânlarla gerçekleştirmek için bir gayret içine girmeleri için teşvik de içerebilmektedir. Mûcizeyi kâhin ve sihirbazın gösterdiği harika maharet, peygamberin de sihirbaz ve büyücü gibi olduğu deist iddialarına, sihrin aldatma, batıl ve anlık, mûcizenin ise hak, ve yaratılış devam ettiği sürece devam eden olgu olduğunu delillendirildi. Tanrı’nın evreni başıboş yarattığı, buyruğu, yasağı ve sorumluluğu hikmetsiz bularak peygamberleri reddeden deizme, hikmet sahibi Allah’tan hikmetsiz, abes işler olmayacağı, evrenin hikmetle yaratıldığı, ilahî emir ve yasakların aklî, psiko-sosyal, kulların menfaati, insan tabiatına uygun düştüğünü hem psikolojik hem de sosyolojik açıdan ortaya konuldu. Emir, yasak ve sorumluluk fert ve toplumsal hayatın âdil ve düzenli oluşması, akıl ve hikmet açısından gereklidir. Aklın her şeye yeteceği, peygambere ve vahye ihtiyaç olmadığı tarzı deist görüşlere itiraz eden, insanda bulunan bu psikolojik câhillik, fakirlik, dünya meşakkati, meşguliyeti ve duyuların aklı işlevsiz kılabileceğini, dolayısıyla nübüvvet ve peygamberin akla yardımcı konumda olduğunu delillendirmektedir. Aklı yeterli görerek nübüvveti ve vahyi kabul etmeyen deizm teolojinin aksine vahyi bilgi kaynakları arasına alan, mûcizeyle sabit peygamberin verdiği haberin bilgi kabul edilmesinin aklî gereklilik olduğunu, doğru, iyi ve güzele ancak akıl-vahiy ilişkisi ile ulaşılabileceğini savunmaktadır. O’nun bilgi teorisinde ilmin temeli saydığı aklın diğer bilgi kaynakları olan duyu ve vahiy arasında bir çeşit denetleyici rolü vardır. Bilgi kaynakları da aklın kontrolünden geçerse ancak epistemolojik bir önem kazanır. İnsanda bulunan en aziz şey aklın yaratılış hikmeti; vahyi anlamada bir araç ve idrâk vasıtası olmasıdır. Dolayısıyla doğruya, hakikate, iyiye ve güzele deist görüşlerin aksine ancak akıl-vahiy birlikteliği ile ulaşılabilir. Hz. Muhammed’den (SAV) sonra peygamber gelmeyecek olması, insanlığa dinin ana hükümlerini içeren kitap gönderilmiş olmasındandır. Bu sayede dinde sahneye konulacak değiştirme teşebbüsleri aklın işlevselliğiyle teşhis edilebilecek, onun getirdiği öğreti âlemin yok oluşuna kadar devam edebilecektir. Nübüvvet kurumunu psikolojik ve sosyolojik olarak ele alan Mâtürîdî, Allah’ın insanlığa peygamber göndermesinin birçok hikmet barındırdığını, elçinin insanlar için büyük bir lütuf olduğunu, kalp, söz ve davranışların ancak peygamberlik sayesinde övgüye lâyık konum alabileceğini vurgulamaktadır. Deizm, Berâhime, Sümeniyye ve müşriklerin nübüvveti ve peygamberleri reddetme konusundaki fikirleri günümüzde de aynıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder