Yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim'in üzerinde durduğu esaslardan birisi de, risaleti yerine getirebilecek, hayatı Kur'an-a ve sünnete göre tesis edecek, yine bu doğrultuda nesilleri yetiştirecek, ve bu emaneti tüm insanlığa ulaştıracak seçkin bir "ümmet" oluşturmaktır. Bu ümmet beraberinde tüm insanlığa ve dünyaya gerekli olan nuru, rahmeti taşıyacaktır. Nitekim Enbiya Suresinde Yüce Allah şöyle buyırmaktadır: (Ey Muhammed) Seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik. (Enbiya, 107)
Bu ümmetin ortaya çıkışı kolay olmadı. Nitekim İslam'ın geldiği coğrafyada kabilecilik, asabiyet, şirk gibi kötü adetler hakimdi. Herkes haklı da olsa haksız da olsa kendi kabilesini savunurdu.
Buna göre kabile, velâ(sahiplik/temsiliyet)nın temeli, izzet ve bağlılığın kaynağıydı. Kabile üyesinin varlığı, hatta mevcudiyeti ona bağlıydı. O, nesep ve soydur. O, güç ve iktidardır. O, iktisât ve siyâsettir. Onun rızası ile razı olur, kızgınlığı ile kızar veya kabile reisinin kızgınlığı ile kızar, haklı da olsa haksız da olsa kabilenin ferdi için taraf olur. Kabiledeki her bir ferdin şiârı, "Zâlim de olsa mazlum da olsa (kabiledeki) kardeşine yardım et” olup ibarenin zahirine göre anlarlar. Onlardan birisi büyük bir kabilenin lideri için "o, öyle bir adamdır ki, kızdığı zaman bin kılıç onunla kızar” derler. Fakat hiç kimse "niçin kızdı” sorusunu sormaz?!
Her kabile, diğer bir kabileye üstün olmaya ve ondan kazanmaya çalışır. Bundan dolayı birisinden diğerine yoğun saldırılar olur. Hatta birisi şöyle demiştir: Bazen kardeşimiz Bekir'e yönelirdik. Kardeşimizden başkasını bulamadığımız zaman.
İslâm gelince, onları fikir âleminde, duygu âleminde ve gerçek âlemde büyük bir dönüşümle dönüştürdü. Onları dar kabilecilik zindanından geniş ümmet alanına nakletti. Asabiyetin bütün renklerine özellikle de kabile asabiyetine davet hususunda onları sert bir şekilde uyardı.
Hadîste şöyle buyurmaktadır: "Asabiyyete(kendi akraba, vatandin ve milliyetini aşırı ve haksız biçimde kayırma gayreti) davet eden veya asabiyyet yolunda savaşan veya asabiyyet üzere ölen kişi bizden değildir." (Ebu Davud, Edeb, (1-15))
"Kimin yüzü gerçeği görmeyecek duruma gelir, asabiyyet için kızıpsavaşırsa veya asabiyyete davet ederse veya asabiyyete yardım ederseve öldürülürse, cahiliyye ölümü üzerine ölmüştür. "(Muslim)
Hz. Peygamber'e (sallallahu aleyhi ve sellem) "asabiyye” sorulduğunda şöyle buyurmuştur: "Kavmine zulüm üzerine yardım etmendir." (EbuDavud, Edeb)
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu, kabile toplumlarında gerçekleşen olaylarla açıklamıştır. Asabiyyet sahibi, zulmetse ve kötülük yapsa da cemâati ile beraberdir, iyilik etse ve adalette bulunsa veya haksızlığa uğrasa bile hasmının karşısındadır. Allah için adaleti kâim tutan İslâm'ın getirdiklerinin hilâfına (bu böyledir):
"Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. " (Nisa, 4/135)
"Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin." (Maide, 8).
Beşerî zafiyetlerin oluştuğu bir anda kabilecilik tartışmaları bazı sahabelerde belirmişti. Bu durumda, kabilelerinin adıyla birbirlerini çağırdılar: Ey filanın oğlu! Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), buna çok kızdı ve şöyle buyurdu: "Ben aranızda bulunmama rağmen cahiliyye davasını mı güdüyorsunuz?" (İbn-i Kesir, İbn İshak'tan rivayet etti.)
O (sallallahu aleyhi ve sellem), asabiyyet iddiasında bulunanlar için kullandığı sözünü söyledi: "Onu bırakın. O çürümüş gitmiştir. " (Buhari)
İslâm, "ümmet" binasını akide ve düşünce üzerine tesis etmek istemiştir. Beşeriyetin, kendi ümmetlerini oluşturmak için esas aldıkları maddî veya coğrafî etkenler üzerine inşa etmemiştir. İnsanın iradesinin ve seçme hakkının bulunmadığı unsur, renk, dil veya coğrafya gibi hususlar üzerinde inşa etmemiştir. Aksine bunlar kaderde var olan gereksinimlerdir. Buna göre insan, ne kendi cinsini ne de rengini, ne dilini ne de üzerinde doğduğu coğrafyasını seçmiştir. Bunlarla ilgili herhangi bir reyi olmadan bütün bunları miras olarak almıştır.
Akideye gelince, burada asıl olan husus, insanın ihtiyarı ile gerçekleşmiş olanıdır. Mukallidin imanının kabulünde şüphe vardır. Hatta Müslüman âlimlerden muhakkik olanlarına göre bu iman, merduttur.
İslâm, Müslümanlar için öyle bir ümmet oluşturmak istemektedirki birer beşer olan Zeyd'e veya Amr'a değil hakka nispet olsun. O, ırk, renk, bölge veya sınıf bağları üzerine kaim olan değil her şeyden önce akide ve risâlet ümmetidir.
O, İslâm ümmeti veya Müslümanların ümmetidir. Nitekim YüceAllah şöyle buyurmaktadır: "Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'ân'da) size «müslümanlar» adını verdi. " (Hac, 78).
O, imân ümmetidir veya müminlerin ümmetidir. Bundan dolayı daima, "Ey imân edenler!” nidâsıyla çağrılmışlardır.
a. Kur'ân'da Ümmetin Temel Vasıfları:
a. 1. Rabbânîlik
Birincisi Rabbânîdir. Kaynağı rabbânîdir, yönelişi de rabbânîdir. O, Yüce Allah'ın vahyiyle oluşan bir ümmettir. Dinini, tamamlanıncaya kadar Allah'ın vahyinin öğretileri ve ahkâmı, bu ümmeti desteklemiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. " (Maide, 3)
Yüce Allah, bu ümmetin kurucusudur. Bundan dolayı Kur'ân-ı Kerîm'in şöyle buyurduğunu görüyoruz:" "Böylece, sizi orta bir ümmet yaptık." (Bakara, 143) âyetindeümmeti var edenin ve onu ayakta tutanın ve sanatkârının Yüce Allah olduğunu ortaya koymuştur.
Benzer şekilde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ”Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz." (Al-i İmran, 110)
Bu ümmet, tesadüfen ortaya çıkmış, ziraatçının ekmeyip kendi kendine biten herhgi bir bitki de değildir. Belki o, yardım ve denetim ile hazırlanan, belli bie maksadı olan bir nebattır. İşte bu ümmeti ortaya çıkaran, eken ve risaletini hazırlayan Yüce Allah'tır.
O öyle bir ümmettir ki, kaynağı Rabbânîdir, rotası da Rabbanîdir. Çünkü o, Allah için, Allah'a kulluk için, Allah'ın arzında Allah'ın metodunu gerçekleştirmek için yaşar. O, Allah'tandır ve Allah'a yönelecektir. Yüce Allah, Resûl'ü (sallallahu aleyhi ve sellem) için şöyle buyurmuşlardır.
"De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun ortağı yoktur. " (En'am, 162-163)
a.2. Vasat
İkincisi, vasattır. Bu özellik, ümmeti insanlığa tanıklık edecek yeterliliğe ulaştırır ve onu insanlığa rehberlik makamına ulaştırır. Bu konuda gelen âyet-i kerîmede, "İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız Resûl'ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık. " (Bakara,143) buyrulmaktadır.
O şâmil ve kuşatıcı olan vasattır. İtikad ve tasavvurda vasat; sembollerde ve kullukta vasat; ahlâk ve davranışta vasat; kanun ve yasamada vasat, düşünce ve duyguda vasattır.
Ruh ile madde, gerçek ile hayal, akıl ile vicdan, birey ile toplum ve değişmez ile gelişim arasında vasat...
Bu, kıvrımlı ve eğri yollar arasından "sırât-ı müstakîm”i temsil eden bir ümmettir. O, gök ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Gazaba uğrayanların ve yoldan çıkmış olanların yolu değil Allah'ın kendilerine nimet ettiği peygamberler, sıddîkler, şehitler ve sâlihlerin yoludur.
a.3. Davet
Üçüncü vasıf, davettir. O, davet ve risalet ümmetidir. Kendi içine kapanan, hak, hayır ve hidayet risaletini kendi tekeline alan ve insanlara bunu yaymayı istemeyen bir ümmet değildir. Tam tersine davet, bu ümmete farzdır. Allah'a imanın yanında iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak, diğer ümmetlere üstünlüğünün esasıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah'a iman edersiniz." (Al-i İmran, 110)
Ümmetler maddî veya ırkî sebeplerle Allah'ın mizanında tercih sebebi olmamıştır. Hal böyle iken Arap olsun, Acem olsun Allah'ın dinine giren insanlar, nasıl oluyor da farklı unsurlardan olmalarına rağmen tercih sebebi olabilir?
Hak mizanında tercih sebebi, ma'rûfu emretmek, münkerden alıkoymak ve Allah'a iman etmektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır. " (Al-i İmran, 104).
Bu âyetin iki tefsiri yapılmıştır. Bunlardan ilkine göre anlamı kendiniz, da'vette, emir ve nehiyde bulunacak bir ümmet olun. Bu şekilde davranırsanız, kurtuluşu hak edersiniz şeklindedir.
Yukarıdaki âyetin ikinci tefsiri ise, "Kendiniz birbirine kenetlenmiş bir taife/ümmet hazırlayın. Öyle ki, da'vet etmeye, emretmeye ve nehyetmeye kâdir, ümmet demeğe elverişli olsun. Tâ ki, farz-ı kifâye sizden sakıt olsun ve bu ümmete yardımınız dokunsun.
İslâm risâleti, evrensel bir risâlettir, tüm kesimlerin risâletidir. Tüm renklerin, tüm bölgelerin, tüm milletlerin, tüm dillerin ve tüm sınıfların risâletidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. "457"Alemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkân'ı indiren Allah'ın şanı yücedir."(Furkan, 1).
"(Ey Muhammed!) De ki: "Ey insanlar! Şüphesiz ben, Allah'ın hepinize gönderdiği peygamberiyim." (A'raf, 158).
Müslüman ümmete düşen, hak kendilerine açıklanıncaya vet aleyhte kullanacakları delilleri kalmayıncaya kadar tüm insanları (anladıkları) dilleriyle İslâm'a da'vet etmektir. Ayrıca 'emribi'lma'rûf nehy-i 'ani'l-münker' vazifesini yerine getirmektir. Tâ ki bu vazifeyi yerine getirmeyen evvelki ümmetlerin lanete uğradıkları gibi bu ümmet lanete uğramasın. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İsrailoğullarından kâfir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!! "(Maide, 78-79)
a.4. Vahdet
Dördüncü özellik, vahdettir. İslâm'ın istediği ümmet her ne kadar soylardan, renklerden ve sınıflardan oluşuyorsa da tek bir ümmettir. İslâm bunların tümünü farklılıklarıyla birlikte potasında eritmiş ve onları kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmış olmalarını sağlamıştır.Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz bu (İslâm), tek Ümmet(din) olarak sizin ümmetiniz (dininiz)dir. Ben de Rabbinizim. Onun için sadece bana kulluk edin." (Enbiya, 92)
(Başka bir âyette ise) Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz bu (İslâm), tek bir din olarak sizin dininizdir. Ben de Rabbinizim. Öyle ise bana karşı gelmekten sakının." (Mu'minun, 52)
Bu ümmet, neden tek olmasın ki? Allah, akidesini, şeriatını tek kılmış, gayesini bir kılmış, metodunu bir kılmıştır. Yüce Allah, "İşte bu,benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O'nun yolundan ayırır. "(En'am, 153) buyurmaktadır.
Öyle bir ümmet ki, Rabbi tek olan Allah'tır. Peygamberi Hz. Muhammed'dir (sallallahu aleyhi ve sellem). Kitabı tektir ki o da Kur'ân'dır, kıblesi tektir ki o da Ka'be'dir (Beytu'l-Harâm). Şeriatı tektir ki o da İslâm şeriatıdır. Vatanı tektir ki o da geniş olan Dâru'l-İslâm'dır. Yöneticisi ise İslâm ümmetinin siyasî birliğini sembolize eden "İslâm halifesi" veya "emîru'l-müminîn”dir.
Bundan dolayı İslâm, ümmetin biriliğine yaptığı vurgu, farklı seslerin yükselmesini ve gücünün dağılmasını engelleme sebebiyle tek bir zamanda iki halifenin olmasını kabul etmemiştir.
Bundan dolayı sömürgecilerin istedikleri gibi "İslam Ümmetleri” tabirini kullanmamız doğru değildir. Aksine Allah'ın emrettiği üzere "İslam Ümmeti” tabirini kullanmamız gerekir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hep birlikte Allah'ın ipine(Kur'ân'a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. " (Ali İmran, 103)
Başka bir âyette ise şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır."(Ali İmran,105)
O, milletlerden oluşmaktadır. Yüce Allah, "Birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık”(Hucurat, 13) buyurmaktadır. Bundan dolayı "İslâm ümmetleri” yerine "İslâm Milletleri” ifadesini kullanmamızda herhangi bir beis yoktur.
Kur'ân, Müslümanların birliğini parçalamak ve aralarındaki asabiyet nâralarını yaygınlaştırmak isteyen ve tüm gücünü kullanan bir kısım ehli kitabın tuzaklarına karşı iman edenleri uyarmıştır. Yüce Allah (Müslümanları şöyle) ikaz etmektedir: "Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir guruba uyarsanız imanınızdan sonra sizi yeniden inkârcılığa sevk ederler."(Aliİmran, 100)
Âyet-i kerimenin ve sonrasının nüzûl sebebi, âyetten şunun kastedildiğine delâlet etmektedir: Birlikteliğinizden sonra sizi parçalayıp bölmek, kardeşliğinizden sonra sizi düşman kılmak istiyorlar.
Ümmetin vahdeti, İslâmî kardeşliği her türlü asabiyetten üstün kılmayı gerekli kılmıştır. Yüce Allah, kardeşliği iman ile ifade etmiş ve onu imanın yansıması olarak görmüştür: "Müminler ancak kardeştirler. "(Hucurat,10)
Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır: "Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez ve onu düşmana teslim etmez. "(Buhari-Muslim (Mutafakun aleyh)) Yani zor zamanda veya ona zulmedildiğinde onu terk etmez, tam tersine ona yardım eder ve destek verir. Kardeşliğin gereği de budur. Başka hadisler de bunu desteklemektedir: "Müslümanlar kanlarında eşittirler. En yakını onun hukukunu korumaya koşar. En uzağı onlara yardım eder. Onlar kendilerinin dışında kalanlara karşı bir eldirler."(Ebu Davud, Cihad, 2751; İbn-i Mace, 2852.)
İslâm, câhiliyye kabilelerinin yaptığı gibi tek bir ümmetin evlatlarının birbirleriyle savaşacak seviyeye gelmemesi için onları ciddi anlamda ikaz etmiştir.
b. Ümmete İman, Kavimlerin Özellikleri ile Çelişmez
Burada önemli bir mesele vardır, o da İslâm akidesi ve iman kardeşliği üzerine kurulmuş olan ve daha önce böyle idiler- tüm Müslümanları kuşatan "ümmet”e iman etmek, her bir kavmin iftihar ettiği, onu muhafaza etmeye çalıştığı, hakkında ifrat etmediği belli hususiyetlerin varlığı ile çelişmez. İslâm kardeşliğine mukavemet eden ırka bağlı asabiyete dönüşmedikçe veya İslâm devletinin birliğini tehdit edecek ayrımcılığa ve bencilliğe meyilli olmadıkça herhangi bir mani söz konusu değildir.
Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve O'ndan sonra ashâbı, kabilelere genel İslâmî önderlik gölgesinde kendilerine has sancaklar altında savaşmalarına izin vermiştir. Bu kavimleri ve aşiretleri ayıplanmasın diye kendilerine ek bir hamaset ve yiğitlik sağlamıştır.
Kişinin hayrını istemek ve şerri defetmek için kendi kavmini, aşiretini ve onları sevip iyiliklerini istemesi, fıtrî bir meyildir. Ailesini sevip ona değer vermesinde de herhangi bir tehlike yoktur, buna itiraz da edilmeyecektir. Resûl'ün (sallallahu aleyhi ve sellem) nesep ilmini öğrenmeyi emretmesinde de şaşırılacak bir durum söz konusu değildir. Zira bunun arka planında uzak da olsa sıla-i rahim vardır: "Akrabalık ilişkilerini güçlü tutmak için nesebinizi öğrenin."(Tirmizi, Birr ve s' Sıla)
Asıl tehlike, kavminin İslâm'a düşmanlık edip tavır takınması; Allah ve Resûl'üne (sallallahu aleyhi ve sellem) meydan okuması durumunda beslediği sevgidir. İşte, bu duruma sevgi beslemek ve bununla dostluk kurmak haram olur. İnsana en yakın gelen annesi, babası, kızları, erkek çocukları, eşi ve kardeşi de olsa böyledir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babalan, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Resûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin."(Mücadele, 22)
Yüce Allah (başka bir âyette şöyle) buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi(bile) veli edinmeyin. Sizden kim onlan dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir. De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad efmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez."(Tevbe,23-24)
Kişinin kendi ailesini, kavmini ve aşiretini sevmesinde herhangi bir beis yoktur. Lâkin bu, Allah ve Resûl (sallallahu aleyhi ve sellem) sevgisi ile çakışırsa o zaman Allah ve Resûlünün sevgisi her şeyden daha üstün olur. Burada Müslüman, şâirin şu beyitlerini terennüm eder:
Babam, İslâm'dır. Bundan başka babam yoktur.
Kays veya Temîm ile iftihâr ederlerse.
Burada Müslüman, Hz. Selmân'ın (ra) kendisine "Sen kimin oğlusun?" sorusuna verdiği cevabı söylemesi gerekir. "Ben İslâm'ın oğluyum!"
YUSUF EL-KARADAVİ, KURAN-I ANLAMADA YÖNTEM
Yorumlar
Yorum Gönder